You are on page 1of 18

SANATIN KIYMETİ KIYAMETİ

Mustafa Durak
SANATIN KIYMETİ KIYAMETİ
Mustafa DURAK

Doğadan söz ederken bizim, doğanın bir parçası


olduğumuzu unutmak yanlış. Kendimizi de bir ağacı,
gökyüzünü ya da bir düşünceyi incelerken gösterdiğimiz
merakla ve açıklıkla gözlemeliyiz, zira biz de bu evren
bütününe bağlıyız.
(Henri Matisse)

GİRİŞ: SANATIN SONU


Bu kavram, Türkiye’de Donald Kuspit’in “Sanatın Sonu” adlı kitabının 2006
yılında yayınlanmasıyla gündeme girdi. (kaynak metnin yayınlanış tarihi de
2004). Ancak araştırma yapıldığında daha önce başka yazarların da konuyla
ilgilendiği görülüyor. Birkaçını şöyle sıralayabiliriz: 1981 yılında Kanadalı
yazar Hervé Fisher’ın “Sanat Tarihi Bitmiştir” adlı kitabı görünüyor. 1983’te
Hans Belting “Sanat Tarihi Bitti mi” adlı kitabını (daha sonra da “Sanat
Çağından Önceki Sanat Tarihi” 1990, “Görünmez Başyapıt” 1998, “Benzerlik
ve Varlık” 1999 kitaplarını) yayınlıyor, 1984 yılında Berel Lang’ın
editörlüğünde yayınlanan “Sanatın Ölümü” adlı kitap içinde Arthur C.
Danto’nun “Sanatın Sonu” adlı yazısı yer alıyor. Danto, daha sonra, 1997’de
“Sanatın Sonundan Sonra” adlı kitabını, 1999’da “Hegel’in Sanatın Sonu
Tezi”, 2004’te “Sanatın Sonundan Sonra Sanat Eleştirisi” ve 2005’te “Estetiğin
Geleceği” adlı yazılarını yayınlıyor. Son yirmi beş yılda arka arkaya patlayan
yazıların dışında ele alınan konuyla ilgili, Jean Jacques Rousseau’nun “Sanatlar
ve Bilimler Üzerine Söylev” adlı yazısını, Freud’ün “Uygarlığın Kötülüğü”nü,
Paul Hazard’ın “Avrupa Bilincinin Krizi”, Spengler’in “Batının Düşüşü”nü, ve
Paul Valéry’nin “Sonsuz Sanat” adlı yazısını da bu bağlamda anmak gerek.
Konuyla ilgili ‘Tarihin sonu’ ve ‘Kuramın sonu’ kavramları da ayni çerçevede
ele alınabilir. Hegel’in “Estetik” kitabı odağında işlenen bu konuyla ilgili
andıklarım, tüm çalışmaları içermese de bunlar, konunun tarihselliği ve
ilintileri hakkında bir fikir vermektedir.

İNSAN ÜRETİMİ OLARAK SANAT


Sanatın ne olduğunu konuşmaya kalktığımızda, sanat dediğimiz şeyin
üreticisine bakmamız gerekiyor. Sanat her şeyden önce insanların bir insan
ürününe verdiği addır. Bunun dışında yer alabilecek değerlendirmeler benzetme
kavramına dayanılarak üretilmiştir, üretilebilir. Sanat, insan duyularına, ve
sunum için kullanılan malzemeye bağlı olarak çeşitlilik gösterir. Sanatın,
insanlık tarihindeki tüm yasaklamaları, kanlı baskıları aşarak varlığını
sürdürmesi de gösteriyor ki, sanat, insan varlığının öz niteliğidir. İnsan için
olmazsa olmaz gereksinimlerden biridir. Cinsellik gibi sanat da insanın
varlığına ait bir niteliktir. Biçimi ne olursa olsun, insan yaşamı içinde hep var
olmuştur. Başka biçimde söylersek, sanatsız ne insan, ne de topluluk
gösterilebilir. Bu gerçeklerden de destek alarak şunu rahatça söyleyebiliriz: her
insan sanatçıdır. Böyle bir çıkış noktası başlangıçta sanat kavramının aleyhine
gibi görünse de bir gerçekliği yansıttığı için, kabulü kaçınılmazdır. Ancak
sanatı, tüm insan varlığına yayarken, her sanat kipinin; her insan varlığı için,
hem üretim becerisi, hem algılama becerisi olarak aynilik göstermediğini de
göz ardı ediyor değilim. Doğuştan her birimiz kimi etkinliklere daha yatkındır.
Bu yatkınlık hiçbir soya özgü değildir. Belirli bir sanat alanı ile ilgili
oluşturulmuş gelenek, kişinin tutkulu yönelimi, aldığı eğitim, onun bu
konudaki kişiliğini yapar. Alandaki başarısı da ister istemez çok etmenlidir.
Gelişim süreci içinde en önemli etmen: sürekliliktir. Sanatın her alanı da, dil
gibi sürekli eylem içinde olmayı dayatır. İşte bu süreklilik, sanatçıyı, elbette
başka etmenlere de bağlı olarak bir yandan öbürlerinden farklılığa, bir yandan
da biçem oluşturmaya yöneltir. Zira sanat biçimi ya da kipi, ancak
algılayıcıların farkındalığı sayesinde o alanda kendine bir yer açar. Burada
işleyen “seçme” işlemidir. Seçme öyle bir noktaya gelir ki o alanda üretim
yapanlar bile farkın, farkında olur. Şunun altını çizmekte yarar var: başyapıtlar
o alanın tarihi için önemlidir, ancak o alandaki her türlü üretim de, alanın
bekası adına zorunluluktur. Doğa nasıl sürekliliğe yönelik işliyorsa, sanat da
öyle işler. Bir etkinlik olarak sanattan söz edersek, bunu o sanatın tarihiyle
sınırlı tutamayız. Kaldı ki sanat tarihleri de, o tarihi yazanın bilgisinin sınırları
içinde bir göreliliğe sahiptir. Mutlak değildir. Sadece kabul görmüş bir
göreliliktir tarih olarak konuştuklarımız. Bugün sanat tarihleri, insan tarihi
boyunca ortaya çıkmış yönelişlerden ziyade belirli bir kültürün dayatılmasına
yönelik gelişmelerin aracısı konumundadır. Örneğin Resim sanatı ile ilgili
tarihi bilgilerimiz Batı resim sanatı tarih(ler)inin aktardıklarından ibarettir.
Geçmiş uygarlıklar üzerine bilgilerin sınırlıdır. Bunun nedenlerinden biri
egemenin baskısı ise bir diğeri de boyun eğmedir, razı olmadır. Başka temel
neden de, insanın tembelliğidir. Yaşam biçimi olarak bize en yakın olana ve
nesne olarak en yakına yöneliriz. Daha uzaktaki yorar. Daha fazla çaba ister.
Kolaycılığımız ve ben/(biz)’den olmayana sırtım(ız)ı çevirmek; ben/(biz)’i
kestirme yargılara götürür. Oysa sanat, kendi bildiğini okur. Baskı altında
tutulamaz. Farklı biçimlere girse de, sanat, su gibi yolunu bulur, denizine doğru
yol alır. Tıkanıklıklar güzergaha bağlıdır. Yani akış, kendini var etme yolu
tıkanık değilse, akan şey türdeşleriyle buluşa buluşa yol alır. Su suyu, sanat
sanatı çeker, kendi dalgasını oluşturur.

SANAT VE DİN:
Sanat ile din arasındaki ilişkinin geçmişi uzun bir yoldur. Ancak şu rahatlıkla
savlanabilir: din, sanattan sonradır. Gerekçem de şu: zaman zaman sanatı
kendine rakip (ya da düşman) olarak görmüş olan din, felsefe ve politikayı
sanatla karşılaştırdığımızda, bu alanlar içinde en somut üretimi sanatın
verdiğini görüyoruz. Dinin, felsefenin, politikanın olayları etkilediği,
davranışları değiştirdiği, kültür üzerinde büyük bir payı olduğu söylenebilir.
Ama şu açıktır: din adamı somut bir şey üretmez. Filozof da, politikacı da öyle.
Onların yaptıkları bir şey yoktur. Onlarınki edim noktasında kalır. Asıl yapan
sanatçıdır. Bu somut üretim yani insanlık tarihi içinde yaşam koşulları ve
gereksimler dikkate alındığında dinin, felsefenin ve politikanın sanattan
kaynaklandığı söylenebilir. Yani bunlardan önce sanat vardı. Önce, hangi adla
olursa olsun sanatsal olarak değerlendirilebilecek şeyin üreticisi, insan birlikleri
içinde yapma ve yönetme gücünü elinde tutuyordu. Bu konuda ilk sanatçı
olmasa da, İmhotep önemli bir örnektir. İmhotep, (Babil’in modeli olarak
değerlendirebileceğimiz) Sakkara’daki ilk basamaklı piramidin mimarı, ilk
hastanenin kurucusu, Djoser’in veziri, bir de en önemli din adamıdır (yani
papadır, halifedir, diyanet işleri reisidir) ve ölümünden sonra tanrı sayılmıştır.
İmhotep sözcük olarak “im seven” anlamındadır. Ve burada “im”in, “image”
sözcüğünün kısaltılmışı olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim. “İ”, eski mısır
dilinde ve İbranicede önemli bir önek ya da kısaltma olabilir. YHV (yahova 
ya huve) örneğinde olduğu gibi. Geriye kalan “mage” ise bir yandan büyü
anlamındaki “magie”, bir yandan da din adamı (“mage”) kavramına iletiyor.
Aslında giderek bizde kullanılan ”im” sözcüğünü vermesi bana hoş bir raslantı
gibi geliyor. Ve her sanatçıyı bir “im seven”  İmhotep olarak
değerlendiriyorum. Becerikli ve yaptığını seven. Daha Mısır döneminde, her ne
kadar sanatçı, çok önemli ise de, sanatçının, yönetim gücünü çoktan krala
(politikacıya) kaptırdığı ortadadır. Fakat henüz din ve sanat, ve de felsefe
birbirinden kopmuş değildir. Daha sonra Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve
İslamiyette özellikle resme karşı ters bakışlar ve giderek hristiyan dünyasında
pek çok kişinin ölümüne yol açan ikona kırıcılık aslında yalnızca dinsel bir
ilke, bir yaklaşım değil, ayni zamanda sanatçının yok edilmesi, silinmesi
çabasıdır. Burada ikonalar döneminden iki önemli gerçekliği aktarmak
istiyorum. Putperestlik döneminde her zengin kendisi için bir tanrı ya da
tanrıçanın resmini (ikonasını) yaptırıyor. Ve bu ikonanın temsil ettiği tanrı, o
evin bireylerini hem bu dünyada, hem de öte dünyada koruyor, rahat ettiriyor.
Bu, bir yandan ikona yapan, yapabilen sanatçının toplum içindeki değeri
hakkında bir tahmin yapmaya fırsat veriyor, bir yandan da toplum içindeki
sınıflaşmanın, böyle bir din anlayışının alt tabakadaki insanlarda getireceği
korku ve sıkıntının bir patlama, kıskançlığa dönüşme olasılığını gündemde
tutuyor. Tapınaklar, manastır ve kilise ikonayı sahiplenemeyen insanların bir
anlamda doyum alanı da oluyor. İnsan psikolojisinin çözümü egoya dayanıyor
önünde sonunda. İkinci anlatacağım gerçeklik, keşişlerin ikonaları ezip döverek
toz haline getirdikten sonra şifa niyetine sulandırıp içilmesi için inananlara
satmaları. Her iki olay da, büyüde olduğu gibi, temsili olana yüklenen gücün
altını çiziyor. Hem de insan zihninde yaratılabilen aşkınlığın, öte düşüncesinin,
idealizmin aşırı örneklerini, insanın zayıflığını ve kullanılabilirliğini de
sergiliyor.

DÜŞÜNCE ÜRETİCİSİ OLARAK İNSAN


Sanat ve felsefe
Eski kültürlere ait yeterince belge olmadığı ya da var olan belgeler tahrip
edildiği, öne çıkarılmadığı için felsefe, Yunan uygarlığı içinden
konuşulmaktadır. Ve felsefenin bilindik tarihi; sanat, din ve politikaya göre
daha yenidir. Ve tarih içinde felsefe, hiçbir zaman iktidarı kullanmamıştır. Ve
felsefe genellikle varlığını dil, din ve sanat temeline dayandırmıştır. Felsefe bir
bakıma bu alanların işleticiliğine soyunmuştur. Varlık konusunda dini kavşağa
almış, dil ve sanatı uzun süre kendi inceleme alanı içinde tutmuştur. Yani
payanda olarak kullanmıştır. Sanat ve felsefe yan yana ele alındığında şu
ayrımı önemsemek gerektiğine inanıyorum. Sanatın içinden felsefe yapmak ile
felsefenin içinden sanat felsefesi yapmak ayni gibi görünen ama oluş ve
duruşlarla sonuçlanacak iki çıkış noktasıdır. Ama doğrusu neyin içinden
bakıldığı konusunda asıl önemli olan ne adına söz alındığıdır. Bir de
ilgilendiğim bir soru acaba felsefenin, dinin ya da politikanın (ekonomik güç
politikasının) sanatın geleceğine karar verme yetkileri ve güçleri var mı? Bence
hayır. Çeşitli nedenlerden dolayı insanla birlikte dil de, din de, sanat da
varlığını sürdürecektir. Özellikle dil açısından somut bir gerçekleşimi
hatırlatmak istiyorum. Bugün dünyanın dört bir yanında egemen ülkelerin
(sömürenlerin) dilini konuşmakta olan ülkeler, alt dillerin etkisiyle farklı bir
İngilizce, farklı bir Fransızca konuşmaktadırlar. Kaldı ki iletişimde yaşanan
hızlı gelişmelere karşın bu böyledir. Ve gelecekte durumun ne olacağı henüz
görülmüş değildir. İnsan adına, tüm olumsuz koşullara karşın umudu diri
tutmak gerek. Zaten insanın bu yaşamda yapabileceği başka bir şey de yok.

Tarih içinde sanatın; sanatçıların şahsında kapı kulu olarak kullanıldığı


olmuştur. İnsan gücüne, özneye dayalı olgularda, sürekli ayni durum ve
davranış sergilenemez. Bu yüzden de her sanatsal olgudaki bağımlılığın, sanata
yüklenemeyeceğini düşünüyorum. Sanatçının koşullar gereği bir idealin, bir
kavramın, giderek insanlık adına bir yanlışın ardında olması yapılanın sanatsal
özelliğini etkilemediği gibi sanat adına genelleştirilerek eksi puan olarak da
kaydedilemez. Sanat da dil gibi araçtan başka bir şey değildir. Sanatı, bireyin
kendini farklı kiplerde ifade etme biçimi olarak algılarsak, genel olarak sanatı
özellikle gerek felsefi, tarihsel, gerekse ticari yüceltmelerden, yere göğe
koyamayışlardan koruyabiliriz. Bu, asla sanatı ve sanatçıyı küçük görmek,
sıradanlaştırmak anlamına gelmez. Değerlere elden geldiğince nesnel
yaklaşılmasına yolu açar. Değer kavramı zaten göreli ve spekülatif olguların
içinde(n) canlanmaktadır. Sanat eseri de değeri ne olursa olsun tarihi bir
nesnedir. Ticari değeri piyasalarca, estetik değeri de sanat uzmanları ve
düşünürleri tarafından belirlenir. Giderek bu belirleme hakkı da tartışmaya
açıktır. Zaten her belirleme kendi alanı içinde görelidir. Değer kavramının
nesnelliği olsa olsa elden geldiğincedir ve kişiye, zamana bağlıdır. Özne her
nesneyi kendi bakışına uydurmayı bilir. Bu, özne adına hem olumsuz, kaypak
bir niteliktir hem de öznenin her türlü olumsuzluğu aşması yönünde umut
vadeden, olumlu bir niteliktir. Özne her zaman yaşamının bittiği düşünülen
noktada küllerinden doğmayı bilmiştir.

Sanatın Sonu:
“Sanatın Sonu”ndan söz edenler iki temel eğilimden birine odaklanmaktadırlar.
İdealizm ve Seçkincilik. Ne var ki bu iki kavram da aklımıza gelen her
anlamsal yönüyle düşünülmemeli. Evrensel bir idealizm ya da genel idealizm,
idealizmin göründüğü her toplumda, giderek her bireyde ortak olabilecek en
belirgin yanlarıyla konu edilebilir. Ama “ideal” olanın farklılaşması, insanlar
arası, giderek toplumlar arası çatışmalara yol açar. Sanat’ın sonu kavramı,
tarihselliği içinde ele alındığında karşımıza Hegel idealizmi çıkmaktadır.
Seçkincilik söz konusu edildiğinde, bireyin yaşamsal davranışlarını
biçimlendiren bir kaynak nitelik olarak görülebilir. İdealizm de öyle. Birbirine
çok yakın ve bağımlı gibi görünen iki kavram dikkatle ele alındığında bunlar
kimi olgularda uyum içinde görülürken, kimi olgularda uyumsuzlaşır. Ne her
seçkinci idealisttir, ne de her idealist seçkinci.

HEGEL(1770-1831) VE SANATIN SONU:


Sanatın sonu konusu Hegel’e dayandırıldığından konuyu doğru anlamak için
asıl kaynağa yönelmek gerek. Hegel, sanatla ilgili düşüncelerini “Estetik
Üzerine Okumalar”(1828) adlı çalışmasında sergilemiştir. Bu ilk çalışma ders
notları niteliğindedir. Daha sonra “Estetik” adıyla kitaplaşmıştır. Hegel bu
çalışmasında “Sanatın Sonu” tezini açıkça işlememiş, hatta “sanatın sonu”
terimini kullanmamıştır. Ancak Arthur C. Danto, “Hegel’in Sanatın Sonu Tezi”
çalışmasında, bunu çok önemser ve Hegel estetiğini bu kavrama dayandırır.
Doğrudan bu kavarama geçmeden bazı gözlemlerimi sunayım. Her şeyden
önce Hegel’in bu çalışmasının amacı tıpkı Kant’ta olduğu gibi “Estetik”
bilimini şekillendirmektir. Hegel için, Estetik kendi başına bağımsız değil,
felsefenin bir çalışma alanıdır. Hegel bunu temellendirmek için öncelikle sanat,
doğa ilişkisini ele alır ve doğayı sanatın dışına atar. Ardından da sanatın,
hakikati ifade edemeyeceğini savlayarak felsefeyi sanatın üstüne çıkarır.
Böylece Hegel dünyasında üç temel kavram, göreli bir değer süzgecinden
geçirilerek hiyerarşi içine sokulur. Dönüştürerek formüllendirirsek onun
bakışını şöyle yazabiliriz:

Doğa İnsan Tanrı


------------------- ------- -------
Doğa (bilgileri) Sanat Felsefe

Hegel; doğa-insan-Tanrı üçlüsünü aralarında bir hiyerarşi içinde, temel şablon


olarak benimseyince, insan üretimi olan sanatı da bu hiyerarşi içine yerleştirir.
Doğadaki güzellikleri güzellik kavramının dışına çıkarır. Zira onun ilgisi
Tanrısala doğru bir ilerleme çizgisi üzerindedir. O, doğadaki güzellikleri
Tanrının varlığının, yaratım gücünün bir işareti, birer mucizesi olarak görenlere
ters düşer. Hegel için sanat, yaratıcı Tanrı ile bir boy ölçüşme değildir. Doğayı
tanrısal yansıma olarak kabul edenlerin aksine o, doğayı değil de Tanrısala
yönelmiş zihinseli tanrısal bir yansıma, Tanrısal bir kanıt olarak görür. O, doğal
güzellikleri, tanrısalın dışında maddi dünyanın oluşumu olarak, ve bir
kendiliğindenlik içinde görüyor olacak ki, onun için bu güzellikler eksik,
kabadır. Doğadaki güzellikler, “sadece zihnin güzelliğinin bir yansıması olarak,
özü itibariyle zihindeki güzelliğe kapalı, mükemmelleşmemiş bir güzellik”tir.
Doğa maddi olanın, geçici olanın temsilcisidir. O, Tanrısala yönelme
konusunda etkin bir edim olarak zihinseli öne çıkarır. Kendiliğinden olanı değil
de yaratıcı zihinseli daha değerli bulur. Böylece insan zihninden, Hegel’in
bakışıyla sınırlarsak, Tanrısala yönelmiş insan zihninden çıkan sanat
güzellikleri doğal güzelliklerin üzerindedir. “Sanat dünyası doğa ve tarih
dünyasından daha hakikidir”.

Ona göre insanların hakikate ulaşması doğal güzelliklerle pek olası değildir. Bu
yüzden sanatın aracılığına, ifade gücüne gereksinim vardır. “Sanatın temsil
ettiği şeylerin, tarihin özel olayları ve gerçek dünya olaylarından şu üstünlüğü
de vardır: daha saydamdır ve daha iyi anlatır. Zihin, genel hayatın ve doğanın
sert kabuğuna zor nüfuz eder, oysa sanat eserlerine ulaşması daha kolaydır”.
Her şey evrensel gücü kavramak içindir. “Kuşkusuz bu güç gerçek dünyada da
görülebilir ama geçici koşullar ve dikkat dağıtıcı özel ilgi alanları karmaşası
içinde, bireysel arzuların ve tutkuların keyfiliğine karışmış olarak görülebilir.
Sanat, bizzat zihnin yarattığı daha yüksek ve daha arı bir biçimle örtünmek için
bu eksik ve kaba dünyanın yalancı ve yanılsamalı biçimlerinin hakikatinden
sıyrılır. Böylece, sanat biçimleri, salt arı yanılsama görünümleri olmaktan uzak,
gerçekliği ve hakikati, gerçek dünya olayları ile ilgili varlıklardan daha fazla
kuşatır”. Sanat, zihinsel Tanrısallığın bulaştığı ikona olma, yanılsama ve
görüntü olma özelliğinden sıyrılır. Böylece yüksek bir mertebe edinir. Yani
kutsallaşır. Hegel burada kutsal kavramını kullanmaz ama bu dini kavramın
onun yakasını bırakmadığı apaçıktır. Zira sanat(çı), geçici olanla kendisi
arasına bir mesafe koymuştur Tanrısallığın hakikatine yönelerek. Genel olarak
bakarsak, insan kutsallaştırdığı şey ile hem arasını iyice açar, hem de kendisine
çok yakınlaştırır. Bu da insan psikolojisindeki ben ve başkaları ayrımından
kaynaklanır. Zira kutsallaştıran kişi, kutsal adına söz alınca kendini kutsala
yakınlaştırır, hatta giderek aynileştirir, kutsal ile araya konulan mesafe de
böylece yalnızca başkaları için, “ben” dışındakiler için işlemiş olur.

Hegel’e göre, sanatın, sanat olabilmesi “bağımsız sanat” olmasıyla olanaklıdır.


“Amacı içinde ve araçları içinde özgür sanat”. Ancak burada hedeflenen,
sanatçıya ait bir amaçlılık değil de sanatın kendisine ait bir amaçlılık ve
araçlılıktır. Bu amaçlılık ve araçlılık, “kendisini tam olarak doyuran hakikate
doğru yüksel”mektir. Soyut amaçlılık önemli bir ölçüt haline gelir. Sanat ancak
bu ölçütü aştıktan sonra din ve felsefe düzeyine gelebilir. Peki nedir bu ölçüt?
“Tanrıyı gösterme, insan doğasının en derin ilgilerini ve zihnin en kavrayıcı
hakikatlerini ifade etme tarzı” olması! Bu, Platon ve Plotinus’un devamından
başka bir anlayış değildir. Yani insan; kendi gereksinimleri, kendi
belirleyebileceği bir amaçlılığa göre oluşturmayacak sanatını, kendini ifade
ederken, kendini tensel varlığının dışında, kendindeki (tanrıyı temsil eden)
özlerde görebilmeli; ebedi, tanrısal hakikate erebilmeli; bunları kendi zihninde
ve üretiminde gerçekleştirebilmelidir. Hegel, sanatı bu hakikate erişmede bir
araç olarak, “dinlerin gizlerine ve bilgeliğin sırlarına” girmeye yarayan bir
anahtar olarak görür. Ve sanat, bir anahtar olarak, bizi hakikate ileten bir araç
olarak verilmiştir. Bu anahtar, görünene, bilime yönelik değil, dine ve dine
bağımlı felsefeye yöneliktir (ancak Hegel’de din kavramı ayrıca incelenmeli).
Yani benimsenmişin dışında bir görüş sergilemez o. Statükonun
güdümündedir. Hegel bu noktada metafizik bir evren anlayışına uygun bir
sanat tasarımı ardındadır. Bizi getirmeye çalıştığı nokta Aydınlanmanın kırılma
noktasıdır.

Hegel hakikat kavramını, bir derecelendirme içinde görmektedir. Bu da bir tür


kast yapısının yansıması olarak düşünülmeli. Öyle ya en üstte Tanrısal olan
arada insan ve en alt kategoride doğa. Hegel doğayı, sanatın altına
yerleştirirken insan varlığını, tıpkı tek tanrılı dinler gibi yüceltir. Sanat ile
insanı doğaya karşı yüceltirken, kendi olabilmenin dışında başka bir meziyeti
olmadığını düşündüğü doğal varlık ve olayları bir “görünüm” bir “yanılsama”
olarak değerlendirerek Tanrı – İnsan – Doğa üçlemesine gider ki bu sıralamada
insan, doğa dışına çıkarılmıştır. Doğa, insan dışındaki şeyler dünyasıdır. Bu
mantıkla, Tanrı ise hem doğanın, hem de insanın dışında olacaktır. İnsan, doğa
ile Tanrı arasında bir yerde. Sıratta. Ya gözünü yükseklere dikecek ya da
düşecek. Doğaya, ölümlü, geçici olana. İşte bu yükselme işinde sanat araçlık
edecektir.
“Sanat, bizzat zihnin yarattığı daha yüksek ve daha arı bir biçimle örtünmek
için bu eksik ve kaba dünyanın yalancı ve yanılsamalı biçimlerinin
hakikatinden sıyrılır”.

Sanatın amacı, ruhu “bu eksik ve kaba” dünyadan kurtarıp, “daha yüksek ve
daha arı bir biçim”e bürünmektir. Burada Hegel’in zihnindeki kıyaslama,
derecelendirme önemlidir. Sanat, “daha” derecesinde kalır.

“Eğer sanata böyle yüksek bir mertebe veriyorsak, unutmamak gerekir ki bu, ne
içeriğinden ne biçiminden dolayı değil de en yüksek tezahür, son ve mutlak
ifadesinden dolayıdır. Bu ifadeyle hakikat zihinde kendini gösterir”.

Onun estetiğini iyi anlamak istersek “hakikat” ve “derecelendirme”


kavramlarını öne çıkarmamız gerekir. Hegel, hakikat konusunda, tümüyle ayni
olmasa da Eflatun gibi düşünüyor denebilir. Zira Hegel için de bir görünür olan
gerçeklik, bir de kendi içinde hakiki olan hakikat vardır. O, “Hakikat, hakikati
göstermek zorundadır görüntüyü, yanılsamayı değil”, der. Bu ifadeyi “hakikat,
kendi olmaktır” diye çevirebiliriz. Ama Hegel bu kendiliğe başka koşullar
getiriyor, daha doğrusu hakikat olan ile hakikat gibi olan arasında kategorik bir
ayrıma gidiyor. Görüntü, yani gelip geçici olan, yanılsama olan hakikat
değildir. Böylece hakikat kavramına Hegel, bir süreklilik (ebedilik) anlamı
yüklemiş oluyor. Hegel, gerçekliği yani yanılsamayı, görünür olanı, doğa ve
sıradan olaylara özgü bir durum olarak nitelendirir. Hakikat kavramı ise insan
üretimi olan sanat ve yine insan edimi olan felsefeyle bağlantılıdır.

Bu hissedişe verdiği örnek de “Yunan Tanrılarının temsili”dir. Tam da bu


noktada insan oğlunda Tanrı kavramını dikkate almamız gerekiyor. Önce
dağlar, sonra tapınaklar, giderek tapınma yerlerinin hem yükseklik hem de
hacim olarak yüce kavramına uygun yapılması. Giderek sivil yapıların da ayni
ruhsal sorun nedeniyle, yükseltilmesi, insanın öteden beri Göğe merdiven
dayaması olarak değerlendirilmeli.

Yine Hegel’e dönersek, ona göre sanatın işi insanlara zihinlerinde sonsuz
olanın hakikatini hissettirmektir. Ancak sanatın yapabileceği sadece
hissettirmek ve insanları hakikat (Tanrı) yoluna yöneltmektir. Görevi buraya
kadardır. Daha ötesine geçemez. Burada Dante’yi hatırlamak kaçınılmaz. Dante
Cehennemi gezerken kılavuzu Vergilius’tur. Cehennemin bittiği noktada
kılavuzluğu Beatrice alır. Evet nasıl Vergilius cennetlik Dante’yi zarar
görmeden, onu bilgilendirerek, akıllandırarak kendisinin giremediği Cennetin
kıyısına getirip görevini tamamladıysa, sanat da insanlara hakikati hissettirerek
görevini tamamlamıştır. Şimdi sıra Beatrice’dedir, felsefededir:
“Ancak hakikat hissedilir olanla bağdaşmadığında, ve bir noktada hissedilir
olanı aştığında (hissedilir olan artık hakikati içeremediğinde, anlatamadığında)
hakikati anlamanın daha derin bir yolu vardır. Bu hristiyanlıkta da böyle
tasarlanmıştır”. Hegel, bir bakıma tüm insanlar piramidi üzerine kendi
varlığını oturtur. En yüce zihin olarak parlatır kendini.

Bu derin yol, felsefe yoludur. Aslında kendisinin de ifade ettiği gibi bu


hristiyanlık tasarımıyla birebir ayni evren kavrayışıdır. Yani sanat da felsefe de
dinin (hristiyanlığın) buyruğundadır.

Öyleyse doğal güzellikler estetiğin konusu olamaz. Estetik, yalnızca sanattaki


güzellikleri konu edinir. Bu nedenle de estetik, özünde “sanat, güzel sanatlar
felsefesi”dir.

Sanatın Sonu:
Arthur Danto, Sanatın sonu tezini Hegel’in şu sözlerine dayandırır:
“En yüksek yetenek olarak görülen sanat, bizim için geçmişe ait bir şeydir ve
öyle de kalır. Bu yüzden bizim için asıl hakikatini ve yaşamını yitirmiştir ve
önceki gerçeklik içindeki zorunlu [ögelerine, kendi varlığına] tutunacağına,
daha yüksekteki yerini koruyacağına tersine düşüncelerimize aktarılmıştır”
(Hegel's Aesthetics: Lectures on Fine Arts. Translated by T. M. Knox. Oxford;
The Clarendon Press, 1975. 10)

Benim yaptığım çeviride bu bölüm şöyle:


“Bizde düşünce, güzel sanatları aşmıştır. Yargılarımızda, edimlerimizde
bırakırız kendimizi, genel kuralların, soyut ilkelerin yönetimine. Sanatçı bile
esinlerine egemen olan bu etkiden kurtulamaz. Yaşadığı dünyadan kaçamaz.
Kendine, sanatı, ilkel naifliği içinde diriltmesini sağlayacak bir yalnızlık
yaratamaz.

Bu koşullarda sanat, kendi yüksek hedefiyle, geçmişe ait bir şeydir. Bizim için
hakikatliğini ve hayatını yitirmiştir. Eski yüksek yerini geleneklerde alması
için, çok spekülatif bir tarzda ele alıyoruz. İzlenimlerimizi ve zevklerimizi akıl
süzgecinden geçiriyoruz. Sanat eserleri içindeki herşey bizim için eleştiri
malzemesi ve gözlem konusu olmuştur. Böyle bir çağda sanat bilimine,
zihinleri tam olarak hoşnut etme ayrıcalığına sahip olduğu zamanlardakinden
daha fazla gereksinim vardır. Bugün sanat, kendisini amacına yönlendirmek
için değil de yasalarını incelemesi, doğasını derinleştirmesi için felsefeyi
kendisiyle uğraşmaya çağırıyor gibidir” (Georg Wilhelm Friedrich, Esthétique,
Fransızcaya çeviri Ch. Bénard) 1. cilt ; Paris, Librairie Germer-Baillère, 1875),

İkinci çeviriyi özellikle daha geniş aldım. Zira ikinci çeviride ayni ifade “Bu
koşullarda sanat…) diye başlıyor. İşte Hegel için sanatın geçmişe ait, hakikatini
yitirmiş bir şey olması belirli koşullarda geçerli. Ve asıl önemlisi Hegel bunu
Felsefeyi, Sanatın önüne geçirmek için gerekçe ararken kullanıyor. Felsefe niye
sanattan üstünmüş Hegel’e göre: sanatçı, “egemen etki”den kurtulamadığı,
“yaşadığı dünya”dan kaçamadığı için. Zira eğer sanatçı Hegel’in zihnindeki
ideal sanatı üretse bile, onun ürettiği bir yanıyla eksik, kaba dünyanın içinde
olacağı için, sanat yanılsama ve görüntü dünyasından izler taşıyacağı için,
ülküsel (mutlak) geleceğe tümüyle yönelemediği için geçmişte kalacaktır.
Hakikatliğini yitirmiş olacaktır. Dolayısıyla Hegel’in burada sözünü ettiği bizim
bildik tarihimizle ilgili değildir. Söz konusu tarih nesnel tarih değildir. Zaten
Danto da yazısında şöyle der:

“Hegel için üç düşünce kipi vardır: öznel, nesnel ve mutlak zihin. Öznel zihin
Descartes’ın “cogito”suna –zihnin bilisel işlemlerine denk gelir. Nesnel zihin,
aksine, örneğin sanat eserlerindeki gibi ya da siyasi kurumlarımızda ahlaki
kurallar ya da aile yaşamı biçimlerinde olduğu gibi nesnelleşmiş düşüncedir.
İşte kurumsal, herhangi bir sanat kuramı nesnel zihin açısından inandırıcıdır.
Sanat dünyasının nesnel yapıları, sanatçının öznel zihnini zorlar, ele geçirir.
Sanat, oynadığı roller ne olursa olsun, din ve felsefe gibi “zihinlerimizde İlahi
olanı, insan türünün en derin ilgilerini ve zihnin en geniş hakikatlerini bir
uyandırma ve ifade etme yolu”(9)nu sunduğunda Mutlak Zihnin malzemesi
olur. Sanat, Mutlak zihnin terk edildiği bir an olarak bir sona gelmiştir”

“Kuşkusuz sanat yapılmaya devam edilecek. Sanatın sonu’ndan sonra da sanat


olacak. (..) Bu yüzden bu tezin geçerliliği sanatla hatta yapılmaya devam edilen
büyük sanatla tutarlı idi”.

Dikkat edilirse burada sanatçının klasik, kralın Tanrıyı, mutlak gücü temsil
etmesi gibi, sanatçının da “Mutlak zihnin malzemesi” yani bir parçası olması
isteniyor. Burada Hegel’in yalnızca “ilahi olanı” anmadığı, “insan türünün en
derin ilgilerini” ve “zihnin en geniş hakikatlerini” de saydığı söylenebilir. İkisi
de en uç noktaya taşınarak yüceltilmiş “ilgi” ve “hakikat”tir. Ve en üstünlük
sıfatını taşıdığı için yine dönüp dolaşıp tanrısallığa geleceğiz kaçınılmaz olarak.
Danto, Hegel’e yamanan “Sanatın Sonu” kavramını yumuşatmaya çalışıyor.
Oysa zaten böyle bir şey yok Hegel için. Onun derdi felsefeyi sanatın üstüne
taşımak. Onun idealist felsefesi “sanatın sonu”na değil “hakikat” kavramına
dayanıyor. Hegel’in ideal sanatı Eski Yunan’da bulması da onu Klasikçilik yanı
sıra Rönesans’a bağlıyor. Hegel’in doğayı, ve nesnel zihnin ürettiği nesnel
dünyayı sanatın dışında bırakması da anlamlıdır. Hegel, Hollanda resmi ile ilgili
konuşurken, onların kendilerine özgü sorunlarını ele alışını değerlendirir ve
şöyle der:

“Böyle sunumlar, tözcü ve hakiki bir zemini, derin düşüncelerin sanatını arayan
bir zihni doyuramaz”.
Hegel, kökü mazide, hayal gücü tasarlanmış Mutlak gelecekte bir tutucu ve
idealisttir. Tüm bu değerlendirmelerden sonra Hegel’in özellikle laik anlayışla
doğaya ve bireyciliğe yönelen resimlere sıcak bakmadığı ortadadır. Onun
“Estetik”inde doğaya, doğal güzelliklere karşı çıkmasında, o dönemde
doğaya, bireysel özgürlüğe, yönelen sanatın payı olmadığını söyleyebilmek
safdillik olur. Yani Hegel, sanat konusunda yeni gelişmelere karşıdır.
Yeniliklere açık değildir.

Onun dönemiyle ilgili doğaya yönelen sanatçılardan bir iki örnek vermekle
yetineyim:

Constable, “Ot Arabası” 1821.


Caspar David Friedrich, “Rügen’de Tebeşir Kayaları” 1830.

Bu resimle ilintilendirdiğim, Hegel’den sonra üretilmiş Manet’nin “Kırda


Kahvaltı”sı da zaten Hegel anlayışına sahip kişilerce reddedilmedi mi?
Edouard Manet; “Kırda Kahvaltı” 1863.

Oysa Manet’nin bu tablosu tam bir manifesto niteliğinde: hem dindışı tensel
sevgiyi, hem doğal, hem de insansı özgürlüğü temsil ediyor.

İLERLEME ve son
Konuya ilerleme açısından bakıldığında kuramsal dindarlar ile bilimsel
dindarlar ya da başka deyişle eskiye bağlı statik dindarlar ile yenici dinamik
dindarların gelişmeye, giderek son kavramına bakışları farklılaşmaktadır.
Tutucu dindarlar (her türlü gelenekçiler dahil) en parlak dönemin, başka deyişle
altın çağın yaşanıp sona erdiğini düşünür. İşini bilir dindarlar ise bilimin ve
teknolojinin sağladığı her türlü hizmetten yararlanarak gelişimin, altın çağın
gelecekte olduğunu sanırlar. Bu son gruba bilimsel idealistleri de eklemeliyiz.
Böylece iki tür idealist çıkar karşımıza geçmişe yönelikler, geleceğe yönelikler.
İşte tam da bu noktada sonradan Fransızların sahiplendikleri “burada ve şimdi”
(“hic et hunc” -Latince-, “ici et maintenant” –Fransızca-) ilkesi vardır. Ancak
‘ben ve çıkarım’ merkezli insan, kavramları böylesi bir netlikle görmemize,
kendisinin kolayca anlaşılmasına izin vermez. İçinde bulunduğu toplumsal
koşullanmalar ile çıkarlarının oluşturduğu surlar; netliği, yalınlığı perde perde
örter. İnsanı türlü renklere boyar.

İlerleme terimi aslında teknolojik yeniliklerle, coğrafyanın genişliğinin farkına


varılmaya başlamasıyla, ve bilimsellikle ortaya çıkar, serpilir. Terimin tarihi,
Rönesans’a dayanır. Rabelais, ilerlemeyi askeri güçlerin ilerlemesine, savaşa
dayandırır. Demek ki Amerikalıların hocası, gününün üniversitelerine, eğitim
anlayışına en büyük eleştiriyi getiren Rabelais imiş. Montaigne ilerleme
terimini eğitim, Pascal da bilim için kullanır. Darwin’in, evrim kuramı
açıklaması gelişmeye başka bir boyut kazandırmıştır.

Ve toplum içi birbirimizi damgalayan terimler olarak kullanıldı: ilerici / gerici.


Yani evrene bakışımız gelişme kavramıyla açıklandı.

Ancak insan, ilerleme kavramını yaşamdan öğrenmiştir. Zira sonlu olan ne


varsa bir gelişim içindedir. Her hareket halinde olan duracaktır. Zira hareketin
bir başlangıç noktası vardır. Ancak bu noktada hareketlilik ile dinamizmi
ayırmak gerek. Dinamizmi yalnızca canlılık anlamında kullanmıyorum. Gizil
dinamizmi de dahil ediyorum. Durağan maddenin içindeki dinamizm. Yok
edilemeyen dinamizm. Böyle bakıldığında ancak sonlu varlıkların göreli tarihi
vardır. Tarihi olan sonludur. İnsan kendini doğadan sıyırıp gelişme çizgisini,
tarih merdivenini gökyüzüne dayayınca, kıyaslama kavramını da, kendini
başkalaştırma, soyutlama, aşağılama amaçlı kullanınca Andy Warhol’un
“kraliçe de coca cola içiyor sen de” ifadesi, insanı anlatmaya yetmiyor. Zira
onun gözü krallıkta ya da kraliçelikte değil, Olimpos tanrılarının nektarından,
Kevser şarabından içmek istiyor. İnsanoğlu, Tanrı kavramından ayrılmadan, bu
konuda tam bir ikiyüzlülük sergileyerek, (sermayesiyle) sınırsız yükselerek
artık tanrılığa oynuyor. İlerlemeyi sonsuzlaştırarak kendini sonsuzlaştırdığını
sanıyor.
Van Gogh; İrisler

Maxime Laguerre, “Sanatın Evrimi” konusunu işlerken Van Gogh’un


çağdaşları tarafından soğuk karşılanmasını ve hiçbir eser satamadığını belirtir.
Ve özellikle sanat piyasasının sanatın kendi öz niteliklerine göre değil de,
sanat eksperlerinin bir tablo ile ilgili verecekleri, (bir ünlüye ait olduğunu
bildiren) rapora göre belirlendiğini yazar. Bu da sanat piyasasındaki değerin;
ticari değer olduğunu, giderek bir antik eşya gibi tarihi değere dayalı olduğunu
gösterir. Sanat eleştirmenleri de genellikle bu arenanın gözlemcileri ve fiilî ya
da potansiyel sözcüleridir.

Mağara resimleri konusunda inceleme yapanlar bunların “herhangi bir dönemin


baş eserleriyle karşılaştırılabilecek nitelikte” olduklarını ileri sürmektedirler.

Gelişme peşinde olanların tıkandıkları somut bir konu da yenilik ve adlandırma


konusudur. Tüketim ekonomisi içinde insan hayatı(nı) yaşamaktan çok bir
yenilik avcısına dönüşüyor. Adlandırma, yeniliğin markası. Ancak hem
yeniliğin üretilmesi hem de adlandırmanın yapılabilmesi yaratıcı zihin yanı sıra
gerçekten bir gereksinimi zorunlu kılıyor. Gündem oluşturmaya çalışan, ama
koşullarını yerine getirmeyenler, “sonra” Latince “post”, İngilizce “after”,
Fransızca “après” birimlerinden yaralanarak işi yürütmeye çalışıyorlar. Ama
sonranın sonrasına gelip takılıyorlar, tıkanıyorlar.

SONA DOĞRU
Sanatın, ister başyapıt ister sıradan bir üretim olarak hiç bitmeyeceğini
söylemeye bile gerek yok. İnsanla geldi insanla gider giderse. Sanat dil gibi bir
araçtır, gereğinden fazla abartılmamalı. Her abartmada bir yok etme tehlikesi
vardır. Hegel’in felsefeyi en üste koyma çabası, felsefeyi, düşünme olarak ele
aldığımızda her insanın düşünen, filozof olduğunu söyleyebiliriz. Sanatın
insanları eğitme, arındırma gücü ile ilgili bir örnek: Amerikanın dış işleri
bakanı Powel, Irak’a saldırmadan önce basın üyelerinin karşısına, arka zeminde
Picasso’nun savaş karşıtı bir resim olarak bilinen ünlü “Guernica”sıyla çıkıyor.

Dünyanın aklı başında aydınları; Batı’nın gidişatı üzerine


değerlendirmelerinde, Batının temellendirdiği doğa ve insan varlığı
konusundaki eylem ve düşüncelerinde çarpık ve sakat bir zihne sahip olduğunu,
genel geçer bir mantıktan yoksun olduğunu görüyor. Yöneten Batı da bunun
farkında. Bu yüzden var güçleriyle yalan, para ve silah gücüyle beslenen
bulaşıcı hastalıklarını tüm dünyaya yaymaya çalışıyorlar.

Kaynaklar:
Hegel; Esthetique
Paul Valéry; Infinie esthetique; 1934
Hervé Fisher; L’histoire de l’art est terminé 1981
Arthur C. Danto; Hegel’s End of Art Thesis; 1999.
Maxime Laguerrre; Le Progrès, un engrenage fatale

You might also like