Professional Documents
Culture Documents
Mustafa Durak
SANATIN KIYMETİ KIYAMETİ
Mustafa DURAK
SANAT VE DİN:
Sanat ile din arasındaki ilişkinin geçmişi uzun bir yoldur. Ancak şu rahatlıkla
savlanabilir: din, sanattan sonradır. Gerekçem de şu: zaman zaman sanatı
kendine rakip (ya da düşman) olarak görmüş olan din, felsefe ve politikayı
sanatla karşılaştırdığımızda, bu alanlar içinde en somut üretimi sanatın
verdiğini görüyoruz. Dinin, felsefenin, politikanın olayları etkilediği,
davranışları değiştirdiği, kültür üzerinde büyük bir payı olduğu söylenebilir.
Ama şu açıktır: din adamı somut bir şey üretmez. Filozof da, politikacı da öyle.
Onların yaptıkları bir şey yoktur. Onlarınki edim noktasında kalır. Asıl yapan
sanatçıdır. Bu somut üretim yani insanlık tarihi içinde yaşam koşulları ve
gereksimler dikkate alındığında dinin, felsefenin ve politikanın sanattan
kaynaklandığı söylenebilir. Yani bunlardan önce sanat vardı. Önce, hangi adla
olursa olsun sanatsal olarak değerlendirilebilecek şeyin üreticisi, insan birlikleri
içinde yapma ve yönetme gücünü elinde tutuyordu. Bu konuda ilk sanatçı
olmasa da, İmhotep önemli bir örnektir. İmhotep, (Babil’in modeli olarak
değerlendirebileceğimiz) Sakkara’daki ilk basamaklı piramidin mimarı, ilk
hastanenin kurucusu, Djoser’in veziri, bir de en önemli din adamıdır (yani
papadır, halifedir, diyanet işleri reisidir) ve ölümünden sonra tanrı sayılmıştır.
İmhotep sözcük olarak “im seven” anlamındadır. Ve burada “im”in, “image”
sözcüğünün kısaltılmışı olduğunu düşündüğümü belirtmeliyim. “İ”, eski mısır
dilinde ve İbranicede önemli bir önek ya da kısaltma olabilir. YHV (yahova
ya huve) örneğinde olduğu gibi. Geriye kalan “mage” ise bir yandan büyü
anlamındaki “magie”, bir yandan da din adamı (“mage”) kavramına iletiyor.
Aslında giderek bizde kullanılan ”im” sözcüğünü vermesi bana hoş bir raslantı
gibi geliyor. Ve her sanatçıyı bir “im seven” İmhotep olarak
değerlendiriyorum. Becerikli ve yaptığını seven. Daha Mısır döneminde, her ne
kadar sanatçı, çok önemli ise de, sanatçının, yönetim gücünü çoktan krala
(politikacıya) kaptırdığı ortadadır. Fakat henüz din ve sanat, ve de felsefe
birbirinden kopmuş değildir. Daha sonra Yahudilikte, Hristiyanlıkta ve
İslamiyette özellikle resme karşı ters bakışlar ve giderek hristiyan dünyasında
pek çok kişinin ölümüne yol açan ikona kırıcılık aslında yalnızca dinsel bir
ilke, bir yaklaşım değil, ayni zamanda sanatçının yok edilmesi, silinmesi
çabasıdır. Burada ikonalar döneminden iki önemli gerçekliği aktarmak
istiyorum. Putperestlik döneminde her zengin kendisi için bir tanrı ya da
tanrıçanın resmini (ikonasını) yaptırıyor. Ve bu ikonanın temsil ettiği tanrı, o
evin bireylerini hem bu dünyada, hem de öte dünyada koruyor, rahat ettiriyor.
Bu, bir yandan ikona yapan, yapabilen sanatçının toplum içindeki değeri
hakkında bir tahmin yapmaya fırsat veriyor, bir yandan da toplum içindeki
sınıflaşmanın, böyle bir din anlayışının alt tabakadaki insanlarda getireceği
korku ve sıkıntının bir patlama, kıskançlığa dönüşme olasılığını gündemde
tutuyor. Tapınaklar, manastır ve kilise ikonayı sahiplenemeyen insanların bir
anlamda doyum alanı da oluyor. İnsan psikolojisinin çözümü egoya dayanıyor
önünde sonunda. İkinci anlatacağım gerçeklik, keşişlerin ikonaları ezip döverek
toz haline getirdikten sonra şifa niyetine sulandırıp içilmesi için inananlara
satmaları. Her iki olay da, büyüde olduğu gibi, temsili olana yüklenen gücün
altını çiziyor. Hem de insan zihninde yaratılabilen aşkınlığın, öte düşüncesinin,
idealizmin aşırı örneklerini, insanın zayıflığını ve kullanılabilirliğini de
sergiliyor.
Sanatın Sonu:
“Sanatın Sonu”ndan söz edenler iki temel eğilimden birine odaklanmaktadırlar.
İdealizm ve Seçkincilik. Ne var ki bu iki kavram da aklımıza gelen her
anlamsal yönüyle düşünülmemeli. Evrensel bir idealizm ya da genel idealizm,
idealizmin göründüğü her toplumda, giderek her bireyde ortak olabilecek en
belirgin yanlarıyla konu edilebilir. Ama “ideal” olanın farklılaşması, insanlar
arası, giderek toplumlar arası çatışmalara yol açar. Sanat’ın sonu kavramı,
tarihselliği içinde ele alındığında karşımıza Hegel idealizmi çıkmaktadır.
Seçkincilik söz konusu edildiğinde, bireyin yaşamsal davranışlarını
biçimlendiren bir kaynak nitelik olarak görülebilir. İdealizm de öyle. Birbirine
çok yakın ve bağımlı gibi görünen iki kavram dikkatle ele alındığında bunlar
kimi olgularda uyum içinde görülürken, kimi olgularda uyumsuzlaşır. Ne her
seçkinci idealisttir, ne de her idealist seçkinci.
Ona göre insanların hakikate ulaşması doğal güzelliklerle pek olası değildir. Bu
yüzden sanatın aracılığına, ifade gücüne gereksinim vardır. “Sanatın temsil
ettiği şeylerin, tarihin özel olayları ve gerçek dünya olaylarından şu üstünlüğü
de vardır: daha saydamdır ve daha iyi anlatır. Zihin, genel hayatın ve doğanın
sert kabuğuna zor nüfuz eder, oysa sanat eserlerine ulaşması daha kolaydır”.
Her şey evrensel gücü kavramak içindir. “Kuşkusuz bu güç gerçek dünyada da
görülebilir ama geçici koşullar ve dikkat dağıtıcı özel ilgi alanları karmaşası
içinde, bireysel arzuların ve tutkuların keyfiliğine karışmış olarak görülebilir.
Sanat, bizzat zihnin yarattığı daha yüksek ve daha arı bir biçimle örtünmek için
bu eksik ve kaba dünyanın yalancı ve yanılsamalı biçimlerinin hakikatinden
sıyrılır. Böylece, sanat biçimleri, salt arı yanılsama görünümleri olmaktan uzak,
gerçekliği ve hakikati, gerçek dünya olayları ile ilgili varlıklardan daha fazla
kuşatır”. Sanat, zihinsel Tanrısallığın bulaştığı ikona olma, yanılsama ve
görüntü olma özelliğinden sıyrılır. Böylece yüksek bir mertebe edinir. Yani
kutsallaşır. Hegel burada kutsal kavramını kullanmaz ama bu dini kavramın
onun yakasını bırakmadığı apaçıktır. Zira sanat(çı), geçici olanla kendisi
arasına bir mesafe koymuştur Tanrısallığın hakikatine yönelerek. Genel olarak
bakarsak, insan kutsallaştırdığı şey ile hem arasını iyice açar, hem de kendisine
çok yakınlaştırır. Bu da insan psikolojisindeki ben ve başkaları ayrımından
kaynaklanır. Zira kutsallaştıran kişi, kutsal adına söz alınca kendini kutsala
yakınlaştırır, hatta giderek aynileştirir, kutsal ile araya konulan mesafe de
böylece yalnızca başkaları için, “ben” dışındakiler için işlemiş olur.
Sanatın amacı, ruhu “bu eksik ve kaba” dünyadan kurtarıp, “daha yüksek ve
daha arı bir biçim”e bürünmektir. Burada Hegel’in zihnindeki kıyaslama,
derecelendirme önemlidir. Sanat, “daha” derecesinde kalır.
“Eğer sanata böyle yüksek bir mertebe veriyorsak, unutmamak gerekir ki bu, ne
içeriğinden ne biçiminden dolayı değil de en yüksek tezahür, son ve mutlak
ifadesinden dolayıdır. Bu ifadeyle hakikat zihinde kendini gösterir”.
Yine Hegel’e dönersek, ona göre sanatın işi insanlara zihinlerinde sonsuz
olanın hakikatini hissettirmektir. Ancak sanatın yapabileceği sadece
hissettirmek ve insanları hakikat (Tanrı) yoluna yöneltmektir. Görevi buraya
kadardır. Daha ötesine geçemez. Burada Dante’yi hatırlamak kaçınılmaz. Dante
Cehennemi gezerken kılavuzu Vergilius’tur. Cehennemin bittiği noktada
kılavuzluğu Beatrice alır. Evet nasıl Vergilius cennetlik Dante’yi zarar
görmeden, onu bilgilendirerek, akıllandırarak kendisinin giremediği Cennetin
kıyısına getirip görevini tamamladıysa, sanat da insanlara hakikati hissettirerek
görevini tamamlamıştır. Şimdi sıra Beatrice’dedir, felsefededir:
“Ancak hakikat hissedilir olanla bağdaşmadığında, ve bir noktada hissedilir
olanı aştığında (hissedilir olan artık hakikati içeremediğinde, anlatamadığında)
hakikati anlamanın daha derin bir yolu vardır. Bu hristiyanlıkta da böyle
tasarlanmıştır”. Hegel, bir bakıma tüm insanlar piramidi üzerine kendi
varlığını oturtur. En yüce zihin olarak parlatır kendini.
Sanatın Sonu:
Arthur Danto, Sanatın sonu tezini Hegel’in şu sözlerine dayandırır:
“En yüksek yetenek olarak görülen sanat, bizim için geçmişe ait bir şeydir ve
öyle de kalır. Bu yüzden bizim için asıl hakikatini ve yaşamını yitirmiştir ve
önceki gerçeklik içindeki zorunlu [ögelerine, kendi varlığına] tutunacağına,
daha yüksekteki yerini koruyacağına tersine düşüncelerimize aktarılmıştır”
(Hegel's Aesthetics: Lectures on Fine Arts. Translated by T. M. Knox. Oxford;
The Clarendon Press, 1975. 10)
Bu koşullarda sanat, kendi yüksek hedefiyle, geçmişe ait bir şeydir. Bizim için
hakikatliğini ve hayatını yitirmiştir. Eski yüksek yerini geleneklerde alması
için, çok spekülatif bir tarzda ele alıyoruz. İzlenimlerimizi ve zevklerimizi akıl
süzgecinden geçiriyoruz. Sanat eserleri içindeki herşey bizim için eleştiri
malzemesi ve gözlem konusu olmuştur. Böyle bir çağda sanat bilimine,
zihinleri tam olarak hoşnut etme ayrıcalığına sahip olduğu zamanlardakinden
daha fazla gereksinim vardır. Bugün sanat, kendisini amacına yönlendirmek
için değil de yasalarını incelemesi, doğasını derinleştirmesi için felsefeyi
kendisiyle uğraşmaya çağırıyor gibidir” (Georg Wilhelm Friedrich, Esthétique,
Fransızcaya çeviri Ch. Bénard) 1. cilt ; Paris, Librairie Germer-Baillère, 1875),
İkinci çeviriyi özellikle daha geniş aldım. Zira ikinci çeviride ayni ifade “Bu
koşullarda sanat…) diye başlıyor. İşte Hegel için sanatın geçmişe ait, hakikatini
yitirmiş bir şey olması belirli koşullarda geçerli. Ve asıl önemlisi Hegel bunu
Felsefeyi, Sanatın önüne geçirmek için gerekçe ararken kullanıyor. Felsefe niye
sanattan üstünmüş Hegel’e göre: sanatçı, “egemen etki”den kurtulamadığı,
“yaşadığı dünya”dan kaçamadığı için. Zira eğer sanatçı Hegel’in zihnindeki
ideal sanatı üretse bile, onun ürettiği bir yanıyla eksik, kaba dünyanın içinde
olacağı için, sanat yanılsama ve görüntü dünyasından izler taşıyacağı için,
ülküsel (mutlak) geleceğe tümüyle yönelemediği için geçmişte kalacaktır.
Hakikatliğini yitirmiş olacaktır. Dolayısıyla Hegel’in burada sözünü ettiği bizim
bildik tarihimizle ilgili değildir. Söz konusu tarih nesnel tarih değildir. Zaten
Danto da yazısında şöyle der:
“Hegel için üç düşünce kipi vardır: öznel, nesnel ve mutlak zihin. Öznel zihin
Descartes’ın “cogito”suna –zihnin bilisel işlemlerine denk gelir. Nesnel zihin,
aksine, örneğin sanat eserlerindeki gibi ya da siyasi kurumlarımızda ahlaki
kurallar ya da aile yaşamı biçimlerinde olduğu gibi nesnelleşmiş düşüncedir.
İşte kurumsal, herhangi bir sanat kuramı nesnel zihin açısından inandırıcıdır.
Sanat dünyasının nesnel yapıları, sanatçının öznel zihnini zorlar, ele geçirir.
Sanat, oynadığı roller ne olursa olsun, din ve felsefe gibi “zihinlerimizde İlahi
olanı, insan türünün en derin ilgilerini ve zihnin en geniş hakikatlerini bir
uyandırma ve ifade etme yolu”(9)nu sunduğunda Mutlak Zihnin malzemesi
olur. Sanat, Mutlak zihnin terk edildiği bir an olarak bir sona gelmiştir”
Dikkat edilirse burada sanatçının klasik, kralın Tanrıyı, mutlak gücü temsil
etmesi gibi, sanatçının da “Mutlak zihnin malzemesi” yani bir parçası olması
isteniyor. Burada Hegel’in yalnızca “ilahi olanı” anmadığı, “insan türünün en
derin ilgilerini” ve “zihnin en geniş hakikatlerini” de saydığı söylenebilir. İkisi
de en uç noktaya taşınarak yüceltilmiş “ilgi” ve “hakikat”tir. Ve en üstünlük
sıfatını taşıdığı için yine dönüp dolaşıp tanrısallığa geleceğiz kaçınılmaz olarak.
Danto, Hegel’e yamanan “Sanatın Sonu” kavramını yumuşatmaya çalışıyor.
Oysa zaten böyle bir şey yok Hegel için. Onun derdi felsefeyi sanatın üstüne
taşımak. Onun idealist felsefesi “sanatın sonu”na değil “hakikat” kavramına
dayanıyor. Hegel’in ideal sanatı Eski Yunan’da bulması da onu Klasikçilik yanı
sıra Rönesans’a bağlıyor. Hegel’in doğayı, ve nesnel zihnin ürettiği nesnel
dünyayı sanatın dışında bırakması da anlamlıdır. Hegel, Hollanda resmi ile ilgili
konuşurken, onların kendilerine özgü sorunlarını ele alışını değerlendirir ve
şöyle der:
“Böyle sunumlar, tözcü ve hakiki bir zemini, derin düşüncelerin sanatını arayan
bir zihni doyuramaz”.
Hegel, kökü mazide, hayal gücü tasarlanmış Mutlak gelecekte bir tutucu ve
idealisttir. Tüm bu değerlendirmelerden sonra Hegel’in özellikle laik anlayışla
doğaya ve bireyciliğe yönelen resimlere sıcak bakmadığı ortadadır. Onun
“Estetik”inde doğaya, doğal güzelliklere karşı çıkmasında, o dönemde
doğaya, bireysel özgürlüğe, yönelen sanatın payı olmadığını söyleyebilmek
safdillik olur. Yani Hegel, sanat konusunda yeni gelişmelere karşıdır.
Yeniliklere açık değildir.
Onun dönemiyle ilgili doğaya yönelen sanatçılardan bir iki örnek vermekle
yetineyim:
Oysa Manet’nin bu tablosu tam bir manifesto niteliğinde: hem dindışı tensel
sevgiyi, hem doğal, hem de insansı özgürlüğü temsil ediyor.
İLERLEME ve son
Konuya ilerleme açısından bakıldığında kuramsal dindarlar ile bilimsel
dindarlar ya da başka deyişle eskiye bağlı statik dindarlar ile yenici dinamik
dindarların gelişmeye, giderek son kavramına bakışları farklılaşmaktadır.
Tutucu dindarlar (her türlü gelenekçiler dahil) en parlak dönemin, başka deyişle
altın çağın yaşanıp sona erdiğini düşünür. İşini bilir dindarlar ise bilimin ve
teknolojinin sağladığı her türlü hizmetten yararlanarak gelişimin, altın çağın
gelecekte olduğunu sanırlar. Bu son gruba bilimsel idealistleri de eklemeliyiz.
Böylece iki tür idealist çıkar karşımıza geçmişe yönelikler, geleceğe yönelikler.
İşte tam da bu noktada sonradan Fransızların sahiplendikleri “burada ve şimdi”
(“hic et hunc” -Latince-, “ici et maintenant” –Fransızca-) ilkesi vardır. Ancak
‘ben ve çıkarım’ merkezli insan, kavramları böylesi bir netlikle görmemize,
kendisinin kolayca anlaşılmasına izin vermez. İçinde bulunduğu toplumsal
koşullanmalar ile çıkarlarının oluşturduğu surlar; netliği, yalınlığı perde perde
örter. İnsanı türlü renklere boyar.
SONA DOĞRU
Sanatın, ister başyapıt ister sıradan bir üretim olarak hiç bitmeyeceğini
söylemeye bile gerek yok. İnsanla geldi insanla gider giderse. Sanat dil gibi bir
araçtır, gereğinden fazla abartılmamalı. Her abartmada bir yok etme tehlikesi
vardır. Hegel’in felsefeyi en üste koyma çabası, felsefeyi, düşünme olarak ele
aldığımızda her insanın düşünen, filozof olduğunu söyleyebiliriz. Sanatın
insanları eğitme, arındırma gücü ile ilgili bir örnek: Amerikanın dış işleri
bakanı Powel, Irak’a saldırmadan önce basın üyelerinin karşısına, arka zeminde
Picasso’nun savaş karşıtı bir resim olarak bilinen ünlü “Guernica”sıyla çıkıyor.
Kaynaklar:
Hegel; Esthetique
Paul Valéry; Infinie esthetique; 1934
Hervé Fisher; L’histoire de l’art est terminé 1981
Arthur C. Danto; Hegel’s End of Art Thesis; 1999.
Maxime Laguerrre; Le Progrès, un engrenage fatale